İslâm âlimlerinin en büyüklerinden ve en meşhûrlarından. İsmi, Muhammed bin Muhammed bin Muhammed bin Ahmed; künyesi, Ebû Hâmid, lakabı Huccet-ül-İslâm ve Zeynüddîn'dir. Tûsî ve Gazâlî diye de meşhûr olmuştur. 450 (m. 1058) senesinde Tûs şehrinin Gazâl kasabasında doğdu. 505 (m. 1111)’de Tûs’da vefât etti. Taberan denilen yere defn edildi. Müctehid idi. İctihâdı şafiî mezhebine uygun oldu. Bunun için Şafiî mezhebinde olduğu zannedilir. O kadar çok kitâb yazdı ki, ömrüne bölününce, bir güne onsekiz sahîfe düşmekdedir.
İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin babası fakir ve sâlih bir zât idi. Âlimlerin sohbetlerinden hiç ayrılmazdı. Elinden geldiği kadar, onlara yardım ve iyilik eder, onların hizmetinde bulunurdu. Âlimlerin nasihatini dinleyince ağlar ve Allahü teâlâdan kendisine âlim olacak bir evlât vermesini yalvararak isterdi. Yün eğirip, Tûs şehrinde bir dükkânda satardı. Vefâtının yaklaştığını anlayınca, oğlu Muhammed Gazâlî’yi ve diğer oğlu Ahmed Gazâli’yi hayır sahibi ve zamanın sâlihlerinden olan bir arkadaşına bıraktı. Bir miktar mal vererek vasıyyet etti ve ona dedi ki: “Ben kendim, âlim bir kimse olamadım. Bu yolla kemâle gelemedim. Maksadım, benim kaçırdığım kemâl mertebelerinin, bu oğullarımda hâsıl olması için yardımcı olmanızdır. Bıraktığım bütün para ve erzakı, onların tahsiline sarf edersin!”
Arkadaşı vasıyyeti aynen yerine getirdi. Babalarının bıraktığı para ve mal bitinceye kadar, onların yetişmesi ve olgunlaşmaları için çalıştı. Sonra onlara dedi ki: “Babanızın, sizin için bıraktığı parayı tahsil ve terbiyenize harcadım. Ben fakirim, param yoktur. Size yardım edemeyeceğim. Sizin için en iyi çâreyi, diğer ilim talebeleri gibi medreseye devam etmenizde görüyorum.” Bunun üzerine iki kardeş doğru söze uyup, medreseye gittiler. Sonra ikisi de yüksek âlimlerden olmak saadetine kavuştular.
İmâm-ı Gazâlî, çocukluğundan îtibâren ilim tahsîl eden Muhammed Gazâlî, çocukluğunda fıkıhtan bir miktarını kendi memleketinde okudu. Sonra Cürcan’a gitti, İmâm Ebû Nasr İsmâilî’den bir müddet ders aldı. Üç sene sonra Tûs’a döndü. Cürcan’dan Tûs’a dönerken başından geçen bir hadiseyi şöyle anlatır:
“Bir grup yol kesici karşımıza çıktı. Yanımızda olan her şeyimi alıp gittiler. Benim ders notlarımı da aldılar. Arkalarından gidip kendilerine yalvardım. Ne olur işinize yaramayan ders notlarımı bana verin dedim. Reîsleri, “Onlar nedir? Nasıl şeylerdir?” diye sorunca, “Onları öğrenmek için memleketimi terk ettim, gurbetlere gittim. Filân yerdeki birkaç tomar kâğıtlardır” dedim. Eşkiyaların reîsi güldü: “Sen onları bildiğini nasıl iddia ediyorsun, biz onları senden alınca ilimsiz kalıyorsun” dedi ve onları bana geri verdi. Sonra düşündüm, Allahü teâlâ yol kesiciyi beni ikaz için o şekilde söyletti dedim. Tûs’a gelince üç yıl bütün gayretimle çalışarak, Cürcan’da tuttuğum notların hepsini ezberledim. O hâle gelmiştim ki, yol kesici önüme çıksa, hepsini alsa, bana zararı dokunmazdı.”
Memleketinde geçirdiği bu üç seneden sonra, tahsilini devam ettirmek için o zamanın büyük bir ilim ve kültür merkezi olan Nişâbûr’a gitti. Zamanın büyük âlimlerinden olan İmâm-ül-Harameyn Ebü’l-Meâlî Cüveynî’nin talebesi oldu. Üstün zekâsını ve çalışkanlığını gören hocası ona yakın alâka gösterdi. Burada Usûl-i hadîs, Usûl-i fıkıh, kelâm, mantık, islam hukuku ve münâzara ilimlerini öğrendi. Hocaları arasında Ebû Hâmid Razekanî, Ebü’l-Hüseyn Mervezî, Ebû Nasr İsmâilî, Ebû Sehl Mervezî, Ebû Yûsuf Nessâc gibi devrin büyük âlimleri vardır. Nişâbûr’da tahsilini tamamlayınca, büyük bir ilim ve edebiyat hâmisi olan Selçuklu veziri üstün devlet adamı Nizâm-ül-mülk’ün da’veti üzerine Bağdad’a gitti.
Nizâm-ül-mülk’ün topladığı ilim meclisinde bulunan zamanın âlimleri, İmâm-ı Gazâlî’nin ilminin derinliğine ve mes’eleleri izah etmekdeki üstün kabiliyetine hayran kaldıklarını i’tirâf ettiler. Üstün vasıflarından dolayı hem âlimler, hem de halk tarafından çok sevildi. O zaman ortaya çıkan sapık fırkaların mensûpları, onun yüksek ilmi ve en zor, en ince mevzûları en açık bir şekilde anlatması, hitâbet ve izah etme kabiliyetinin yüksekliği, zekâsının parlaklığı karşısında perişan ve mağlûb oldular.
Bu sırada [484]de otuzdört yaşında bulunan İmâm-ı Gazâlî’nin İslâmiyete yaptığı büyük hizmetleri gören Selçuklu veziri Nizâm-ül-mülk, onu Nizamiye Medresesi’nin (Üniversite) başmüderrisliğine, şimdiki ta’biriyle rektörlüğüne ta’yin etti. Bu medresenin başına geçen İmâm-ı Gazâlî, üçyüz seçkin talebeye, lüzumlu olan bütün ilimleri öğretti. Bunlardan başka, pekçok talebe yetiştirdi. Ebû Mensûr Muhammed, Muhammed bin Es’ad Tûsî, Ebü’l-Hasen Belensi, Ebû Abdullah Cümert Hüseyni onun yetiştirdiği âlimlerden bâzılarıdır.
Bir taraftan da kıymetli kitaplar yazan İmâm-ı Gazâlî, ilim ehli, devlet adamları ve halk tarafından büyük bir muhabbet ve hürmet gördü. Şöhreti gün geçtikçe arttı. Nizamiye Medresesi’nde bulunduğu yıllarda, Kitâb-ül-basit fil-fürû’, Kitâb-ül-vasit, el-Veciz, Meâhiz-ül-hılâf adlı kitaplarını yazdı. Ayrıca İsmâiliyye adındaki sapık fırkanın görüşlerini çürütmek için “Kitâbü fedâih-il-Bâtıniyye ve Fedâil-il-Müstehzeriyye” adlı eserini yazdı.
Rumcayı da öğrenerek felsefecilerin sapıklığını ortaya koymak için eski Yunan ve Latin filozoflarının kitaplarının aslı üzerinde üç sene titizlikle incelemeler yaptı. Bu incelemeleri esnasında ve neticesinde felsefecilerin maksatlarını açıklayan “Mekâsid-ül-felâsife” kitabı ile felsefecilerin görüşlerini reddeden “Tehâfüt-ül-felâsife” kitabını yazdı.
Avrupalı filozoflar, o asırda dünyânın tepsi gibi düz oduğunu iddiâ ederek felsefelerini böyle yanlış bilgiler üstüne kurarken ve bu tür saçmalıkları ilim adı altında insanlara vermeye çalışırken imâm-ı Gazâlî hazretleri dünyânın yuvarlak olduğunu, karaciğerde kanın temizlendiğini, safranın, lenfin ve zararlı madde eriyiklerinin burada kandan ayrıldığını, bu işte dalağın, böbreklerin ve safra kesesinin rollerini, kanın madde mikdârlarındaki oranın değişmesi ile sıhhatin bozulacağını, bugünkü fizyoloji kitaplarında olduğu gibi anlattı. Bu bilgileri kuvvetli delillerle isbât ederek Avrupalıların bilmedikleri doğru bilgileri kitaplarında yazdı.
İmâm-ı Gazâlî'nin, felsefecilerin görüşlerini çürütmek ve îtikâdlarına felsefe karıştıran sapık fırkalara cevap vermek için yaptığı bu çalışmasını işiten bâzı kimseler, onu felsefeci zannetmişlerdir. Bunun sebebi, felsefe ile tefekkür arasındaki mühim farkı bilmemek olabilir. Felsefeciler aklı rehber edinmişlerdir. Mütefekkirler ise aklı kullanmakla berâber, akla da rehber olarak peygamberleri ve onların bildirdiği îmânı almışlardır. Göz için ışık ne ise, akıl için îmân da odur. Işık olmayınca göz göremediği gibi, îmân olmayınca akıl da doğru yolda yürüyemez. İmâm-ı Gazâlî, filozof değil müctehiddir. Zâten İslâmiyette felsefe ve filozof olamaz. İslâm âlimi olur. İslâm dininde, felsefenin üstünde İslâm ilimleri, filozofun üstünde de İslâm âlimleri vardır.
İmâm-ı Gazâlî hazretleri, yerine kardeşi Ahmed Gazâlî’yi vekîl bırakarak Nizamiye Medresesi’ndeki vazîfesine ara verdi ve Bağdad’dan ayrıldı. Çeşitli ilmî çalışmalar ve bu maksatla seyahatler yaptı. Hacca gidip gelince, Şâmda profesörlük yapdı. Bir müddet Şam’da kaldı. Orada velîlerle görüştü ve sohbet etti. Tasavvuf büyüklerinin kitaplarını okudu onlardan rivayet edilen sözleri ve hallerini inceledi.
İnsanlardan tamâmen uzaklaşarak halvet, yalnız kalmak; uzlet, insanlardan uzaklaşmak; mücâhede, nefsin istemediklerini yapmak ve riyâzet, nefsin istediklerini yapmamak sûretiyle nefsinin tezkiyesi ve ahlâkının mükemmelleşmesiyle meşgûl oldu. Bu sırada en kıymetli eseri “İhyâ-u Ulûmiddîn”i yazdı.
Daha sonra Kudüs’e gitti. Bu sırada Bâtınî denilen sapık fırkaya karşı “Mufassıl-ül-hılâf”, “Cevab-ül-mesâil” ve Allahü teâlânın isimlerini (Esmâ-i hüsnayı) anlatan “Maksâd-ül-esma” adlı eserini yazdı. Kudüs’de de bir müddet kaldıktan sonra, oradan hacca gitti. Haccı müteakiben Bağdad’a döndü. Nizamiye Medresesi’nde Şam’da yazdığı İhyâ’sını kalabalık bir talebe kitlesine ders olarak okuttu. Bu seferki tedris hayatı uzun sürmedi. Doğduğu yer olan Tûs’a gitti. Burada yine Batınîlere karşı “Ed-Dürc-ül-merkûm” kitabı ile “El-Kıstâs-ül-müstekîm”, “Faysal-üt-tefrika”, “Kimyâ-ı Se’âdet”, “Nasîhât-ül-mülk” ve “Et-Tibr-ül-mesbuk” adlı kıymetli eserlerini yazdı. On sene kadar süren bu hizmetlerinden sonra, Selçuklu veziri Fahr-ül-mülk’ün ricası üzerine bir müddet daha Nizamiye Medresesi’nde ders verdi. Tasavvufu anlatan “Mişkât-ül-envâr” adlı eserini de bu sırada yazdı.
Sonra Nîşâbûrda profesörlüğü zorla kabûl etdi. İmâm-ı Gazâlî hazretlerine “Bağdad’da pek Çok ilim talebesi var iken, orada ilim neşretmekten, öğretmekten niçin vaz geçtiğinizi kimse bilemiyor ve bu kadar uzun zamandan sonra Nişâbûr’a dönmenizin sebebini kimse anlayamıyor” dediklerinde cevap verip izahlar yaptıktan sonra Nizamiye Medresesi’ndeki derslerine ara verip, Bağdad’dan ayrılış sebebini şöyle anlatmıştır:
“Ben şer’î ve aklî ilimlere bu kadar alışkanlık peyda edip, her ikisinde de inceleme ve müdârese yaptım. Sonra ben hâllerimi düşündüm. Gördüm ki, çeşitli bağ ve tutulmalar içine batmışım. Her tarafımı kuşatmışlar. Sonra ilimdeki niyetimi düşündüm. Bir hadde geldi ki, dünyâ arzuları beni, zincirden bağlar ile, kendilerine çeker. O zaman kalbimde bir rağbet peyda olup, dünyâ ve ehlinden kaçmak, onlardan uzaklaşmak için kesin karar verirdim. Sonra şeytan, aldatma ve hile yoluna başvurup; nefsin ve şeytanın bâtlı hak gösteren bu aldatma ve hileleri sebebi ile, ben de, dünyâ arzuları ve âhıret isteği arasında tereddüt ve hayret vadisinde altı ay kadar şaşkın, inler ve ağlar hâlde kaldım. Bu zaman 486 (m. 1093) yılının Receb ayında son buldu. Nihâyet aynı ayın sonunda işim ihtiyâr ve irâdeden geçip, aniden Allahü teâlâ, dilime susmak kilidi vurup, mühürledi. Dilim söylemez, kalbim ise çok muzdarib oldu. Öyle oldu ki, kendimi zorladım, gayrete getirmeğe çalıştım. Bundan sonra, ben aczimi anladım ve gördüm, ihtiyârımın bütün sükûtunu, düşüşünü seyrettim. Yalvararak ve sızlıyarak Allahü teâlâya sığındım. Çaresi olmayan hasta gibi yanarak ve inliyerek duâ ettim. Nihâyet Bağdad’dan ayrıldım. Yanımda olan malı dağıtmaya başladım. Kendime yetecek ve küçük çocuklarıma kâfi gelecek kadar yanımda bulundurdum. Ancak uzlet, halvet, mücâhede, riyâzet, nefsin tezkiyesi, ahlâkın mükemmelleşmesi ile meşgûl oldum. Bütün bunları tasavvuf ehlinin ilminden öğrendiğim şekilde yaptığım gibi, Allah kelime-i celâlini zikr ile, kalbin tasfiyesi ve hâllere kavuşmakla uğraştım. Böylece yakînen bildim ki, o büyüklerin yolu, ilim ve amel olmadan tamam olmaz. Onların ilimlerinin hâsılı, nefsin geçitlerini ve tehlikelerini aşmak ve kötü ahlâktan temizlenip, kötü sıfatlarının kökünü sökmek ve atmaktır. Bir müddet Şam mescidinde i’tikaf eyledim. Uzun günlerde minaresine çıkıp, kapısını üstüme kapadım. Orada durdum. Sonra hac farizasını eda için Beyt-ül-harama gidip, Hazret-i Halîlürrahmân’ın (aleyhisselâm) ziyâretinden sonra, Hicaz’a doğru yola çıktım. Mekke-i mükerremeye gidip hac ibâdetimi yerine getirdikten ve peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın kabr-i şerîfini ziyâretle şereflendikten sonra beni, bâzı arzu ve insanlarla, çocukların ve âilemin istemesi vatanıma çekti. Ben de vatanıma döndüm. Bana hakkı, sûret-i hakta gösterip, tâbi olmak, uymak nasîb eylesin. Batılı, sûret-i bâtılda gösterip sakınmak müyesser eylesin. Âmin!”
İmâm-ı Gazâlî hazretleri zâhirî ilimlerde olduğu gibi, tasavvuf ilminden de büyük nasîb almıştır. İmâm-ı Gazâlî’nin tasavvufta hocası, silsile-i zeheb (altın silsile) denilen mürşid-i kâmillerden olan Ebû Ali Fârmedî hazretleridir. Onun huzûrunda kemâle geldi. Zâhir ilimlerinde eşsiz âlim olduğu gibi, tasavvuf ilimlerinde de mürşid idi. Her iki ilme sahip olup, Peygamberimizin (aleyhisselâm) vârisi oldu.
Kısa bir müddet daha Nizamiye Medresesi’nde ders verdikten sonra, doğduğu yer olan Tûs’a döndü. İmâm-ı Gazâlî hazretleri, sözleriyle, halleriyle ve eserleriyle insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmaya çalıştı.
Elli beş sene gibi kısa bir ömür süren İmâm-ı Gazâlî, ömrünün son yıllarını Tûs’ta geçirdi. Burada evinin yakınına bir medrese ve bir de tekke yaptırdı. Günleri, insanları irşâd etmekle geçti. Elli yaşını aştığı bu sıralarda “El-Münkızü aniddalâl”, fıkhın kaynaklarına (Usûl-i fıkha) dâir “El-Mustasfa” ve Selef-i sâlihîne (Ehl-i sünnet i’tikâdına) tâbi olmayı anlatan “İlcâm’ül-avâm an ilm-il-kelâm” adlı eserini yazdı. Bu kitâbında Selefiyye kelimesi yokdur. İlcâm kitâbı, Selef mezhebinin yedi esâsını yazmakdadır. Buna Selefiyyenin yedi esâsı demek, kitâbın yazısını değişdirmek ve İmâm-ı Gazâlî’ye iftirâ etmek olmakdadır. İmâm-ı Gazâlî ve İmâm-ı Râzî Selef-i sâlihîn mezhebinde idiler.
İmâm-ı Gazâlî hazretleri, Selçuklu sultânı Sultan Sencer’in padişahlığı sırasında Sultan Sencer ile görüşmüş, ona mektûp yazmış ve bizzat nasîhatta bulunmuştur. Ayrıca, Sultan Sencer’e nasihat adlı bir risale yazmıştır.
Selçuklu sultanı olan Sultan Sencer; Ehl-i sünnet i’tikâdında, dînine bağlı ve bid’atleri reddeden bir pâdişâh idi. 60 sene kadar tahtta kalmış olup, ilme ve ulemâya karşı çok hürmet eder, kendisi de ilimle meşgûl olurdu.
Bir defasında kendisini çekemeyenlerce, İmâm-ı a’zamın aleyhinde bulunuyor diye iftira ederek, Sultan Sencer’e şikâyet etmişlerdi. Bunun üzerine Sultan Sencer, İmâm-ı Gazâlî’yi yanına da’vet edip, görüşmek istediğini bildirdi. Durum İmâm-ı Gazâlî’ye iletilince ba’zı mazeretlerini bildirerek gitmedi. İmâm-ı Gazâlî hazretleri, ömrünün bundan sonraki son iki yılını, kendi memleketi Tûs’ta kitap yazmak, insanları irşâd etmek ve talebelere ders vermekle geçirdi. 55 yaşında iken vefât etti.
O, bir taraftan kıymetli talebeler yetiştirdi. Bir taraftan da sapık fırkaların bozuk inançlarını çürütmek ve müslümanların bunlara aldanmamaları için okuyacakları kıymetli kitaplar yazdı. Ehl-i sünnet i’tikâdını her tarafa yaydı.
İmâm-ı Gazâlîye islâm felesofu diyenler oluyor. Bu büyük imâm, felesof değildir. Bir islâm âlimi, bir müctehid idi. Onun kitâblarında mevdu’ hadîs var sanan kimse, yâ onu tanımıyan, din imâmı ve müctehid ne demek olduğunu bilmiyen câhillerdendir. Yâhud Ehl-i sünnete düşman olan vehhâbîlerin tuzağına düşmüş bir zevallıdır. İslâm âlimlerinin hiçbiri felesof değildir. Felesof, islâm âlimi olamaz. Nasıl ki, cam parçası pırlanta olamaz. İslâm felesofu diye birşey yokdur. İslâmiyyetde felsefe yokdur.
İmâm-ı Muhammed Gazâlînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” kitâblarında aslâ, bir mevdû’ hadîs yokdur.
Eserleri: İmâm-ı Gazâlî, ömrü boyunca gece gündüz devamlı yazmış büyük bir İslâm âlimidir. Eserlerinin sayısının 1000 (bin)e ulaştığı, Mevdû’ât-ül-ulûm kitabında bildirilmektedir. Bunlardan 400’ünün isimleri Şeyh Ebû İshâk Şîrâzî’nin “Hazâin” kitabında yazılıdır. Eserleri üstünde Avrupalılar geniş ve uzun süren incelemeler yapmışlardır. Bunlardan P. Bouyges adlı müsteşrik, “Essaie de chronologie des Ocuvres de al-Ghazâli” kitabında, İmâm-ı Gazâlî’nin 404 kitabının ismini yazmıştır. Meşhûr müsteşrik Brockelman da “Geschichte Der Arabischen Literatür” adlı eserinde, İmâm-ı Gazâlî’nin eserlerinden 75 tanesinin listesini vermiştir. 1959’da, dört Alman ordinaryüs profesörü, İmâm-ı Gazâlî’nin kitaplarını okuyarak, İslâm dînine âşık olmuşlar ve İmâm’ın kitaplarını Almancaya çevirmişler ve İslâmiyeti kabûl etmişlerdir.
İmâm-ı Gazâlî’nin vefâtından sonra, İslâm dünyâsının mâruz kaldığı Moğol felâketi esnasında, yakıp yıkılan binlerce kütüphâne içinde, İmâm-ı Gazâlî’nin birçok eseri de yok edilmiştir. Bu sebepten, bu güne kadar eserlerinin tam bir listesi ve tasnifi yapılamamış, ilim dünyâsı, bu husûstaki eksikliğini tamamlayamamıştır.
Eserlerinden bir kısmı şunlardır: 1. İhyâ-u ulûmiddîn, 2. Kimyâ-i Se’âdet, 3. Vasît, 4. Basît, 5. Vecîz, 6. Hulâsa, 7. Erbeîn, 8. Esmâ-ül-hüsnâ, 9. Mustasfâ (Usûl-i fıkha dâirdir.), 10. El-Menhûl (Usûl-i fıkha dâirdir.), 11. Bidâyet-ül-hidâye, 12. Tahsin-ül-meâhiz, 13. El-Münkızü aniddalâl, 14. El-Lübâb-ül-müntehâl, 15. Şifâ-ül-galil fî beyânı meslek-üt-ta’lil, 16. El-İktisâd fil-i’tikâd, 17. Mi’yâr-ün-nazar, 18. Mehakk-ün-nazar (Mahall-ün-nazar), 19. Beyân-ül-kavleyn, 20. Mişkât-ül-envâr, 21. El-Müstazhirî (Bâtınîlere reddiyedir.), 22. Tehafüt-ül-felâsife, 23. El-Makâsıd fî beyâni i’tikâd-ül-evâil (Makâsıd-ül-felâsife), 24. İlcâm-ül-avâm an ilm-il-kelâm, 25. El-Gâyet-ül-kusvâ, 26. Cevâhir-ül-Kur’ân, 27. Beyânü fedâih-il-İmâmiyye, 28. Gavr-üd-devr (Gâyet-ül-gavr fî dirâyet-üt-devr), 29. Keşfü ulûm-ül-âhıre, 30. Er-Risâlet-ül-kudsiyye, 31. Fetâvâ, 32. Mîzân-ül-amel, 33. Kavâsım-ül-Bâtıniyye (Bâtınîlere reddiyedir.), 34. Hakîkât-ür-rûh, 35. Kitâbü Esrârı muâmelât-iddîn, 36. Akîdet-ül-misbâh, 37. El-Minhâc-ül-a’lâ, 38. Ahlâk-ül-envâr, 39. El-Mi’râc, 40. Hüccet-ül-hak, 41. Tenbîh-ül-gâfilîn, 42. Elmeknûn (usûle dâirdir), 43. Risâlet-ül-aktâb, 44. Müsellem-üsselâtîn, 45. El-Kanûn-ül-külliyyü, 46. El-Kurbetü ilellah, 47. Mi’yâr-ül-ilm (Mu’tâd-ül-ilm), 48. Mufassal-ül-hılâf fî usûl-il-kıyâs, 49. Esrâru ittiba-üs-sünne, 50. Telbîsü iblîs, 51 El-Mebâdî vel-gayât, 52. El-Ecvibetü, 53. Acâ-ibü sunillah, 54. Risâlet-üt-tayr, 55. Er-Reddü alâ men tagâ, 56. Kavâid-ül-akâid, 57. Kıstâs-ül-müstekîm, 58. Dürret-ül-fâhire (Kıyâmet ve âhıret adıyla Türkçeye tercüme edilmiş olup, Hakîkat Kitabevi tarafından yayınlanmıştır.), 59. Hülâsât-üt-tasnîf fit-tasavvuf, 60. Acâib-ül-mahlûkât (İlcâm-ül-avâm, el-Münkızü aniddalâl ve Kimyâ-i Se’âdet kitapları Hakîkat Kitabevi tarafından bastırılmıştır.), 61. El-İmlâ fir-reddi alel-İhyâ. Bu eseri, İhyâu ulûmiddîn adlı eserini tenkid etmeye kalkışanlara cevap olarak yazmıştır.
“Eyyühelveled” kitabı Arabcadır. Farsça tercümesi, Bursa’da Orhan Câmii Kütüphânesinde mevcûttur. Bu kitap, 1945’de kurulmuş olan Milletlerarası ilim Yayma Teşkilâtı (UNESCO) tarafından 1951’de Fransızca, İngilizce ve ispanyolca” ya tercüme edilerek hepsi basılmıştır. Türkçesi Hak Sözün Vesîkaları adlı kitabın içinde bir bölüm olarak Hakîkat Kitabevi tarafından yayınlanmıştır. İlcâm-ül-Avâm, Eyyüh-el-Veled, El-Munkızu Aniddalâl, Durret-ül-Fahire ve Kimyâ-ı Seâdet kitapları Hakikat Kitabevi tarafından bastırılmıştır.
İmâm-ı Gazâlî’nin Arabca olan beş cildlik “İhyâ-ül-ulûm” kitabı, 1968 senesinde Beyrut’ta Arabca ve 1974’de İstanbul’da Türkçe olarak basılmıştır. Bir cild olan Farsça “Kimyâ-i Se’âdet” kitabı da, 1955’de Tahran’da 1977’de İstanbul’da basılmıştır.
Büyük hadîs âlimi Hâfız Zeynüddîn Ebü’l-Fadl Abdurrahmân el-Irâkî”, 1353 yılında “İhya”daki hadîsleri birer birer ele almış, her birinin kaynak ve senetlerini araştırmış, bulmuş ve bu tahriçlerle basılan İhyâ kitabı beş cilde ulaşmıştır. Abdurrahmân Irâkî’nin bu gayretli çalışması, tam 40 yıl sürmüştür. Bu eserin ismi, “Tahrîcü-ehâdis-il-İhyâ”dır.
İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin en kıymetli eseri “İhyâ”sıdır. Osmanlı âlimlerinden Saffet Efendi, “Tasavvufun Zaferi” isimli eserinde, İmâm-ı Gazâlî’nin bu kitabı hakkında şunları yazmaktadır. “Hüccet-ül-İslâm vel-müslimîn İmâm-ı Muhammed Gazâlî’nin “İhyâ-ül-ulûm” kitabı, öyle bir yüce kitap, öyle yüksek bir eserdir ki, Kur’ân-ı kerîmin ve Peygamber efendimizin hadîs-i şerîflerinin ma’nâlarını müslümanlara anlatmak ve Allahü teâlânın kullarını, doğru yola irşâd etmek, İslâm ahlâkını huzûr ve se’âdete kavuşturucu hükümlerini öğretmek için, din âlimleri olarak elimizde bundan başka hiçbir kitap bulunmasaydı, yalnız bu kitap kifâyet ederdi.
Seyyid Abdülhakim Arvâsî hazretleri de, “İmâm-ı Gazâlî’nin İhyâ kitabı, bütün âlimlerce doğru ve yüksektir. Bir gayrı müslim, severek yapraklarını çevirirse, müslüman olmakla şereflenir” buyuruyor.
“Hüccet-ül-İslâm” adıyla meşhûr olan İmâm-ı Gazâlî, üçyüzbinden fazla hadîs-i şerîfi râvileriyle birlikte ezbere biliyordu, İslâmın yirmi temel ilmi ile, bunların yardımcıları olan müsbet ilimlerde de söz sahibi idi. Hadîs ve Usûl-i hadîs ilimlerinde ilim deryası olan bu zâtın kitaplarında mevdu hadîs var diyerek, İmâm-ı Gazâlî’de eksiklik aramak, ilmin hakîkatini, İslâm âliminin derecesini bilmemektir. Zamanında yaşıyan ve sonra gelen âlimler, onun kitaplarını senet kabûl etmişler ve netice olarak İmâm-ı Gazâlî’nin kitaplarını ancak mezhepleri kabûl etmiyenlerin dinde reform yapmak için uğraşanların beğenmediklerini bildirmişlerdir.
İmâm-ı Gazâlî hazretleri asrının müceddidi olup, din bilgilerinden unutulmuş olanlarını meydana çıkarmış, açıklamış ve herkese öğretmişti.
Hüseyin Hilmi bin Said rahmetullahi aleyh buyurdu ki: “İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin, din bilgilerindeki derinliğine, ictihâdda derecesinin yüksekliğine, eserleri şâhiddir. Bu eserleri okuyup anlıyabilen, onu tanır. Onu tanıyamıyan, kendi kusûrunu Ona yüklemeğe yeltenir.”
Enver bin Nazif Said rahmetullahi aleyh buyurdu ki: “İmâm-ı Muhammed Gazâlî’nin fârisî (Kimyâ-i se’âdet) kitâbını okuyan kimse, onun tıb bilgisindeki derinliğini hemen anlar.”
Hocası İmâm-ül-Harameyn Cüveynî, “Gazâlî, ilimde büyük bir denizdir” demiştir.
Talebesi, Muhammed bin Yahyâ, “İmâm-ı Gazâlî, ikinci İmâm-ı Şafiî’dir” demiştir.
Es’ad Mîhenî de; “Gazâlî’nin ilmi ve üstünlüğü, kolay kolay anlaşılmaz. Bunu ancak, onun derecesinde olanlar veya onun aklının kemâline yaklaşabilenler anlar,” demiştir.
İmâm-ı Ebül-Hasen-i Şâzilî buyuruyor ki: “Allahü teâlâdan birşey istiyen, duâ ederken imâm-ı Gazâlî ile tevessül eylesin!”
İbni Âbidîn, (El-Ukûd-üd-dürriyye) kitâbının sonunda diyor ki, “İmâm-ı Gazâlî âlim değildi diyen kimse, câhillerin echeli ve fâsıkların en kötüsüdür. O, zamanının hüccet-ül-islâmı ve âlimlerin en üstünü idi. Fıkıh ilminde çok kıymetli kitâbları vardır. Şâfi’î mezhebinin bazı hükümleri, Onun kitâbları üzerine kurulmuşdur.”
İbnüssübkî ve başka âlimlerin kitâblarından alarak buyuruyor ki, “İmâm-ı Gazâlînin yazılarında kusûr bulan kimse, yâ hased edip onu çekemiyendir, yâhud da, zındıktır.”
İhyâ’da geçen hadîs-i şerîflerin kaynaklarını tesbit eden Zeyneddîn Irâkî şöyle demiştir: “İhyâ, helâli ve haramı (dîni) anlatan, bu husûsta yazılmış kitapların en büyüklerindendir. İmâm-ı Gazâlî, bu eserde birçok ince mes’eleyi izah etmiş, zâhir ve bâtın ilmini en uygun bir tarzda kaynaştırmıştır. Mes’eleleri, gayet açık, anlaşılır bir şekilde ve güzel bir uslûbla yazmıştır...” İhyâ’yı şerheden Zebîdî’ ise; naklediciliği, izahı ve kaynaklara bağlılığı ve diğer üstün vasıflarıyla İhyâ gibi bir kitap görmediğini söyleyerek methetmiştir. İhyâ’yı adetâ ezberleyecek derecede okuyup, defalarca baştan sona bitiren Abdülkâdir Ayderus, “Ta’rîf-ül-İhyâ bi fadâil-il-İhyâ” adlı eserinde; “Biliniz ki, İhyâ, bütün üstünlükleri kendinde toplamış olan ve kıymeti anlatmakla bitmeyen bir eserdir, İhyâ’yı uzun uzun inceledim. Her bölümü, her kelimesi üzerinde tekrar tekrar durup, düşünerek anlamaya çalıştım. Hergün onda daha önce farketmemiş olduğum yeni bilgiler, üstün sırlar ve tefekküre sevkeden izahlar buldum. Hiç kimse ondan daha güzel bir eser yazmamış ve hattâ ona yakın bir eser yazmamıştır” diyerek, okunmasını tavsiye etmiştir.
İbn-i Sübkî, İhyâ için şöyle demiştir: “İhyâ, müslümanların önem vermesi ve yayması gereken bir eserdir. Böylece birçok kimsenin doğru yolu bulması, hidâyete kavuşması sağlanabilir. Çünkü bu eseri inceleyip, okuyup da te’sîr altında kalmayan kimse yok gibidir.”
Büyük âlim İbn-i Hacer-i Mekkî hazretleri, “El-A’lâm bi-kavatı’ıl-İslâm” kitabında küfre sebep olan şeyleri anlatırken, İbn-i Sübkî ve başka âlimlerin kitaplarından alarak buyuruyor ki; “İmâm-ı Gazâlî’nin yazılarında kusûr bulan kimse, ya hased edip onu çekemiyendir, yahut da, zındıktır.” Hanefî mezhebi âlimlerinden İbn-i Abidin, “El-Ukûd-üd-düriyye” kitabının sonunda diyor ki, “İmâm-ı Gazâlî âlim değildi, diyen kimse, câhillerin echeli ve fâsıkların en kötüsüdür. O, zamanının Hüccet-ül-İslâmı ve âlimlerin en Ustünü idi. Fıkıh ilminde çok kıymetli kitapları vardır. Şafiî mezhebinin ba’zı hükümleri, onun kitapları üzerine kurulmuştur.”
Şeyh Ebû Zeyd Endülüsî şöyle anlatmıştır: “Birgün çarşıdan bir kitap satın almıştım. Eve gelip okumaya başladım. Fakat kitabda İmâm-ı Gazâlî hazretlerine dil uzatılıyordu. Kitaba bakarken gözlerim birden bire görmez oldu. Hemen tövbe edip, kitaba baktığıma pişman oldum, istiğfar edip yalvardım. Sonra gözlerim görmeye başladı.”
Ebû Zeyd Endülüsî yine şöyle anlatmıştır: “Bir defasında rü’yâmda gördüm ki, İmâm-ı Gazâlî, bir hınzırın (domuzun) boynuna zincir takmış çekip götürüyordu. “Bunu neden böyle gezdiriyorsun?” dedim. “Bu öyle betbaht bir kimsedir ki, zulmete dalmıştır. Bize dil uzatanların hâli ve cezası budur” buyurdu.
İmâm-ı Gazâlî hazretleri şöyle anlatmıştır: “Birgün bana bir taş lâzım oldu. Dışarı çıkıp almak için hangi taşa elimi uzatsam, taş altın veya cevher oluyordu. Baktım, elimi uzattığım her taş cevher oldu. Nihâyet bir taş bulamadan eve geri döndüm.”
Seyyid Mustafâ Bekrî anlatır: “Ben, Medîne-i münevverede mescid-i Nebevî’nin hizmetkârı, temizleyicisi idim. Her akşam Resûlullah efendimizi rü’yâda görüyordum. Her gördüğümde de tebessüm buyururlardı. Ben de vazîfemi iyi yapmışım diye sevinirdim. Bir akşam Resûlullah efendimizi ağlarken gördüm ve çok üzüldüm. Resûlullah efendimiz bana dönerek buyurdu ki: “Ey Mustafâ, sen üzülme! Hizmetinde bir kusur işlemedin. Benim ümmetimin âlimlerinden, benim ismimi taşıyan birisi vefât etti.”
Ömrünü İslâmiyetin emir ve yasaklarını öğrenmek ve öğretmekle geçiren İmâm-ı Gazâlî hazretleri, 505 (m. 1111) senesinde, Cemâzil-evvel ayının 14. Pazartesi günü, büyük kısmını zikir, tâat ve Kur’ân-ı kerîm okumakla geçirdiği gecenin sabah namazı vaktinde, abdest tazeleyip namazını kıldı. Sonra yanındakilerden kefen istedi. Kefeni öpüp yüzüne sürdü, başına koydu: “Ey benim Rabbim, malikim! Emrin başım gözüm üzere olsun” dedi. Odasına girdi. İçeride, her zamankinden çok kaldı. Dışarı çıkmadı. Bunun üzerine orada bulunanlardan üç kişi içeri girdi. Gördüler ki, İmâm-ı Gazâlî hazretleri kefenini giyip, yüzünü kıbleye dönüp, rûhunu teslim etmişti.
Allah selâmet versin, diyecek başka ne var. Vefâtı, Tûs’da ve duyulduğu İslâm ülkelerinde büyük bir acı uyandırdı, İlim, irfan ehli ve halk onu kaybettiklerine günlerce yandılar, ağladılar. Birçok edîb, âlim ve ârifler, ölümüne mersiyeler yazdı. Çünkü öyle bir kimse vefât etmişti ki, yerinin doldurulması çok güçtü.
İmâm-ı Gazâlî hazretleri, kendisini mezarın içine Şeyh Ebû Bekr en-Nessâc’ın koymasını vasıyyet etmişti. Şeyh, bu vasıyyeti yerine getirip mezardan çıktığında, hâli değişmiş, yüzü kül gibi olmuş görüldü. Oradakiler, “Size ne oldu?... Niçin böyle sarardınız, soldunuz efendim...” dediler. Cevap vermedi. Israr ettiler, gene cevap vermedi. Yemîn vererek tekrar ısrarla sorulunca, o da mecbûr kalarak şunları anlattı:
“Ne zaman ki, İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin cenâzesini (nâşını) mezarın içine koydum, kıble tarafından nurlu bir sağ elin çıktığını gördüm. Hafiften bir ses bana şöyle seslendi. Muhammed Gazâlî’nin elini, Seyyid-ül-mürselin Muhammed Mustafâ’nın (sallallahü aleyhi ve sellem) eline koy. Ben denileni yaptım, işte, mezardan çıktığımda benzimin sararmış, solmuş olmasının sebebi budur. Allah ona rahmet eylesin.”
İmâm-ı Gazâlî’nin (radıyallahü anh) buyurduğu güzel sözlerden ba’zıları:
“Namaza mâni olan, güçlük çıkaran vazîfede bereket olmaz. Namaza elverişli olan vazîfelerde bereket vardır.”
“Diri iken tevessül olunan feyz alınan kimseye, öldükden sonra da tevessül olunarak feyz alınır.”
“Zevcenin nafakasını sıkmamalı, isrâf da etmemelidir. Âilenin nafakasına verilen paranın sevâbı, sadaka sevâbından dahâ çokdur.”
“Kazâ-i mu’allak, Levh-i mahfûzda yazılıdır. Eğer bir kimse, iyi amel yapıp, duâsı kabûl olursa, o kazâ değişir.”
“Kabir ziyâret ederken, kıbleyi arkada bırakıp, meyyitin yüzüne karşı oturup selâm vermek müstehabdır. Kabre el, yüz sürülmez, öpülmez.”
“Her müslümân, terbiye edici bir üstâda muhtâcdır. Üstâd onu terbiye ederek, kötü huylardan kurtarır. Bunların yerine iyi huyları yerleşdirir. Terbiye etmek, çiftçinin tarladaki dikenleri, zararlı otları temizliyerek ekdiği tohumların kuvvetli, iyi olmasına çalışması gibidir.”
“Allahü teâlânın verdiği ni’meti, O’nun sevdiği yerde harcamak şükür; sevmediği yerde kullanmak ise küfrân-ı ni’mettir (ni’meti inkâr etmektir).”
“Belâya şükretmek lâzımdır. Çünkü küfür ve günahlardan başka belâ yoktur ki, içinde senin bilmediğin bir iyilik olmasın! Allah, senin iyiliğini senden iyi bilir.”
“Bir sözü söyleyeceğin zaman düşün! Eğer o sözü söylemediğin zaman mes’ûl olacaksan söyle. Yoksa sus!”
“Bil ki, kalb ile gıybet etmek, dil ile etmek gibi haramdır. Bir kimsenin noksanını, kusurunu başkasına söylemek doğru olmadığı gibi, kendi kendine söylemek de uygun değildir.”
“Sabır, insana mahsûstur. Hayvanlarda sabır yoktur. Çünkü çok noksandırlar. Meleklerin ise sabra ihtiyâcı yoktur. Çünkü çok kâmildirler.”
“Allahü teâlânın, her yaptığımızı, her düşündüğümüzü bildiğini unutmamalıyız, insanlar birbirinin dışını görür. Allahü teâlâ ise, hem dışını, hem içini görür. Bunu bilen bir kimsenin işleri ve düşünceleri edebli olur.”
“Aklı olan kimse nefsine demelidir ki: Benim sermâyem, yalnız ömrümdür. Başka birşeyim yoktur. Bu sermâye, o kadar kıymetlidir ki, her çıkan nefes hiçbir şeyle tekrar ele geçmez ve nefesler sayılıdır, azalmaktadır. O hâlde, bu günü elden kaçırmamak, bunu saadete kavuşmak için kullanmamaktan daha büyük ziyan olur mu? Yarın ölecekmiş gibi, bütün a’zâlarını haramdan koru.”
“Ey nefsim, sonra tövbe ederim ve iyi şeyler yaparım diyorsan, ölüm daha önce gelebilir, pişman olup kalırsın. Yarın tövbe etmeği, bugün tövbe etmekten kolay sanıyorsan, aldanıyorsun.”
“Astronomi ve anatomi bilmiyen, Allahü teâlânın varlığını ve kudretini anlıyamaz.”
“Üç kimse, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını anlıyamaz: Birincisi, Arabîyi iyi bilmiyen ve tefsîr okumamış olan câhil. İkincisi, büyük bir günaha devam eden fâsık. Üçüncüsü i’tikâd bilgilerinden birini yanlış anlayıp, anladığına uymadığı için, hak sözü kabûl etmiyen bid’at sahibi de Kur’ân-ı kerîmi anlıyamaz. (Ehl-i sünnet i’tikâdından ayrılmak büyük günahtır. Bunun için, bid’at sahibi olan Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını anlıyamaz. Çünkü bid’atin zulmeti kalbi karartır.”
Telif Hakkı 2024 My Beloved Prophet.